Sosyal Medya ve Sınırlar

1
Yeni bir dünyanın yeni bir dilini konuşuyoruz hep birlikte. Daha doğrusu yaratıyoruz, bir yandan da öğreniyoruz, öğretiyoruz ve çat pat konuşurken derdimizi anlatmaya çalışıyoruz. Tüm bunlar o kadar hızlı ve yeni ki; yolda düzülen kervan misali süreçte netleşiyor etik sınırlar ve ahlaki kurallar. Döke saça ve sağa sola çarparak biraz.
Beni tüm süreçte şimdiye dek en çok ve ilk sarsan bir video çekip hayata veda eden genç adamdı. Hiç tanımadığım biriydi, ölümüne üzülmekten başka bir sarsıntıydı ilk başta hissettiğim. İstemediğim ve seçmediğim halde bir insanın son anlarına tanık olmuştum. Görmüştüm artık, görmemiş olmak isterdim. Zordu. Beni o anki huzurlu ve çok alakasız gerçekliğimden aldı, bir acının ortasına getirdi. Ardından gelen yorumlar, hadsizlikler, ithamlar, fikirler derken gerçekten çok yoruldum. Uzaklaştım.
Üzerinden dört yıl kadar geçtikten sonra, şimdi o hızla bambaşka bir yere savrulmuş durumda sosyal âlem. Burayı aktif kullanan birinin bir yakının kaybetmesi durumunu paylaşması kaçınılmaz oluyor. Çünkü yaşamın doğal akışı sürerken tüm beklenmedikliğiyle; ölüm. Ardından bir haber, açıklama bekleniyor ve hatta bu süre dahilinde eski postlara ne kadar mutlu göründüklerine dair yorumlar yazılıyor. Nihayet (mutlaka ki çok zorlanarak) o tepki geldikten ve ardından (uygun gördüğü bir süre) sessiz kaldıktan sonra daha iyi olduğu açıklamasıyla normale dönüş… Birkaç “ne çabuk normale döndün” yorumu gelebiliyor ya da daha çok “gözlerinde hissediyorum hüznünü” ifadeleri mümkün. İkisi de son derece uzak ve sınır aşan yorumlar bana sorarsanız. Ben kendi baktığım yerden bu mecrayı iş için kullanan birinin nasıl ki ölümün ardından belli bir süre geçince işe dönmesi gerekiyorsa; benzer bir şekilde dönmeyi gerekli gördüğüne yorumlarım. Sınır nedir üzerine düşünmem ve garipsemem. Ünlü biri yas haberinin ardından konser duyurusu paylaştığında da benzer şekilde düşünürüm.
Durup düşünelim. Çok yakınının ölümü ardından sosyal medyaya dönme süresi nedir gerçekten? İş yerinden (iş için kullandığını varsayarak) alabildiğin yasal izin kadar mı? Nasıl o depresyona hırkanı çıkarıp makyajını yapıp işe gidiyorsan, aynı hızda selfie çekmeyi de gerektirir mi? Bu keskin geçişler kişinin kendisi ve (paylaştıklarından sorumlu olduğuna göre) takipçisi için zor olmaz mı? Haberi (yazılı olmayan kurallarla öyle gerektiğini düşünerek) duyurmanın ardından; ortak fotoğraflar, anıları herkesin göreceği bir yerde paylaşmak doğru mu? Yazarların yayınlanmamış mektupları, fotoğrafları misali. Ne bileyim yıllar önceki bir arkadaşının ya da sevgilisinin geçmişten fotoğraflar koyması, ortak yazışmalarından ekran görüntüsü eklenmesi… O sırada yaptıklarımız gerçekten sadece yasın tezahürü mü? Ve dahası az önce beğendiğin yaşam dolu sofra fotoğrafının ardından timeline’a vefat etmiş birinin fotoğrafının düşmesi biraz tüyler ürpertici olmuyor mu? Ölmüş birine yorumlar yazmak ve üstüne bir de takibe almak? Telefonunu silememek gibi hüzünlü bir umuttan farklı bu, hiç temasınız yokken, öte dünyayla bağlantı kurmaya çaba başka bir durum. Ünlü birinin şüpheli vefatı ardından onu çılgınlarca takibe alıp tüm akla düşen komplo teorilerini yazmanın kime faydası olabilir? Bir uçak kazasının ardından ihtimaller beyan etmek, kazadaki herkesi takibe almak o araştırma sürecine ne katkı sağlayabilir? Ya da birine sosyal medyada başsağlığı diledikten kısa bir süre sonra bulunduğun seyahatten story koymak doğal mı? Doğallaşmalı mı? Gerçekte cenaze evinden çıktığımızda eve dönüp dizimizi izliyor, yemeğimizi yiyorsak, bu da son derece normal değil mi? Yoksa sadece görünür olduğu için mi zorlayıcı oluyor? Veya böylesi yüreğe çöken bir acı hiç tanımadıklarınızın yazdığı cümlelerle bölüşme hissi uyandırıyor mu sahiden? Herkesin yastan farklı yollarla geçtiğini, kimilerinin varoluş sancısının çok ağır olmadığını ve doğal karşıladığını anlıyorum ve hayran oluyorum. Fakat eş zamanlı yaşama halinin onay almayla, görülme isteğiyle ve yalnız kalamamayla bir ilgisi olduğunu düşünüyorum bir yandan. Ve yasın içindeki kişi zaten sağlıklı davranamayacak kadar acı çekiyorken (hayattaki ne yapsa yeridir/hakkıdır aşaması bence) ve bu da doğalken, geri kalan yüzlerce “yabancı”ya tam olarak ne oluyor?
Yıllar önce dedemlerin evinde bir cenazede çekilmiş fotoğraflar bulmuştuk, kutuları kurcalarken. 50’li yıllar, paltolar, siyah beyaz filmle çekilmiş sanki zaman makinesinden o acıya şahit olduğumu hissettiren kareler. Çok gençtim ve “fazla” gelmişti o an. Böyle bir şeyi kim niye fotoğraflar derken, vefat edenin ünlü biri olduğu açıklamasıyla konu kapanmıştı. Ama belki o sıralar fotoğrafçılıkla ilgilendiğimden; bendeki etkisi bir süre devam etti. Görmek bile “fazla” gelirken, filmleri banyo etme anını düşünmek bile istemedim.
Bana bunu hatırlatan şey; geçtiğimiz günlerde bir fotoğrafçının girdiği doğumu kişisel hesabının story bölümünden paylaşması oldu. Ben yine aynı hisle doldum; “fazla” geldi. Rahatsız oldum ve ardından etik olmadığını da düşündüm, anne baba, doğum ekibi, hastane veya o anda (allah korusun) ters bir şeyler olsa gibi bir sürü değişkeni bir kenara bırakıp, hayatın en büyük mucizesine tanık olmakla yetinmeyip, üstüne bir de canlı olarak birilerini ortak etme isteği. İnanılmaz geliyor. Nick Cave konserinde tartışılanlara da bağlıyorum bu konuyu biraz, yazın gittiğim tarkan konserinde gerçekten bir tane dışında video çekememiştim bile, tüm konseri görüntüleme durumu hiç (doğru ya da yanlış olarak değerlendirmiyorum) bana göre değil (ve bu beni eski kafalı da yapıyor olabilir) ama çokça insan böyle yaptığına ve artık epeyce normalleştiğine göre durup düşünmemiz gerekiyor sanırım.
Düşünün ki; çok yakınınızı kaybediyorsunuz. Aniden. Sorumluluğunuz olduğunu düşündüğünüz takipçilerinize bir açıklama (tıpkı gazeteye ilan refleksi, sadece mecra farklı artık) yazıyorsunuz. Ama devamı geliyor. Üzüntüyü, yası, olan biteni tüm pastel tonlarıyla, isyan etmeden, bağırmadan, saçmalamadan, imla hatasız, olması gerektiği gibi ve pirüpak yazıyorsunuz. Bu paylaşım hali takipçilerce de normalleşerek (ki belki de olması gereken budur) artıyor ve binlerce başsağlığı, anı, fotoğraf, dua ve dilek yazılıyor. Hatta “sana da söylediğim gibi” benzeri ifadelerle kişisel yakınlığın da altı çiziliyor. Bu güçlü duruşa güzellemeler arttıkça artıyor ve beklenti de artıyor olmalı ki; yaşamın doğal akışındakinden bile sık paylaşım yapılır hale geliyor. Kişisel hesaplarında otomatik bir şekilde (birilerine temas ettiğini ve benzer acıları tetiklediğini ayırarak) bunu paylaşanların hemen ardından bir seyahat anısı, yemek, kitap gibi şeyler koyması garip karşılanmıyor. Cenaze evinde yemek pişirilmesi haline benzer durum belki bu, o oyalanma hali müthiş sağaltıcıdır ya bir yandan. Ama mahalledeki o sessiz yas, müzik sesinin kısılması gibi toplumsal alışkanlıkların bu dünyada karşılığı henüz yok. Ve bunların büyük bir kısmı bu yüzden dizi kahramanın ardından helva kavurmak kadar gerçeklikten uzak kalıyor.

Cem Güventürk

Tatil, okulların açıldığı gün, karne törenleri, gidilen konser (izleyen var mı gerçekten?) ve hatta miting, acilde serumla durum bildirimi, yenen yemek, çocukla oyun, cezaevine girmeden kapıda paylaşım, estetik uygulamaların anlık paylaşımı, hatta “biraz sessiz kalacağım” demek için ses vermek… Tüm bunları gerçek zamanlı izlemeyi çoğumuz oldukça kanıksadık. Peki ya sınırımız nereye kadar? Ve daha önemlisi buralardaki sınır nereye kadar? Kişisel sınırımız, bu dünyanın henüz netleşmemiş (ve belki de hiç netleşmeyecek) sınırıyla örtüşmediğinde ne yapacağız?

1 comment

  1. catlakanne 7 Eylül, 2018 at 14:33 Cevapla

    Çok güzel bir yazı olmuş ellerinize sağlık.
    Sosyal medya sınırsızlığı çağrıştırdığından galiba günden güne daha hoyratlaşıyoruz. Bu saygısızlık nereye kadar gidecek merakla izliyorum.

Yeni bir yorum gönderin.

Bu yazı da ilginizi çekebilir

Aşktan Nefret Ediyorum

Hiç aşık oldun mu? Berbat değil mi? Seni savunmasız kılar. Göğsünü ve kalbini açar. Böylece biri içeri girip seni darmadağın edebilir. Tüm o savunmaları inşaa ...