Bütün Çocuklar Bizim!

0

Zeynep Kurmuş Hürbaş’la tanışıklığımız 2012 senesine dayanıyor. Ben diyeyim ERG’nin İyi Örnekler Konferansı, sen de Koç Lisesi’nde düzenlenen Ebeveynlik Kongresi, bir şekilde ‘eğitim’ içerikli bir etkinlik sayesinde yüz yüze de tanışmıştık. Arkadaşlığımız sosyal medya üzerinden devam etti ve ben özellikle son zamanlarda Suriyeli mülteciler ile ilgili yaptığı çalışmaları hayranlıkla izledim. Ve sonra sadece izlemekle kalmak istemedim, paylaşmak da istedim. Ebrar sordu, Zeynep anlattı ve ortaya aşağıdaki söyleşi çıktı. Uzun ama çok besleyici, okuyun ve paylaşın umarım. 

***

Zeynep Kurmuş Hürbaş benim uzaktan gıptayla ve takdirle izlediğim, tüm gücüyle mülteciler için çalışan biri. Fakat nihayetinde sadece iki eli iki ayağı olan bir insan. Bunca şeye nasıl yetiştiğini, bize neler düştüğünü, olayları seyredip fotoğraf paylaşmak dışında neler yapabileceğimizi sordum ona… Çünkü çoğumuz sahiden bilmiyoruz. Zeynep de tıpkı anneanneye anlatır gibi anlattı. Ben payıma düşenlerden vazifeler çıkardım kendime, dilerim her okuyan için benzer etkisi olur, ilham verir…

Sizi (şimdi kapanmış olan) Geo dergisindeki haberle tanıdım ve yaptıklarınıza hayranlığım o zamandan başladı.
Öyle demeyin… Gerçekten, hayranlık duyulacak bir şey yapmıyorum. Aslında herkesin yapabileceği şeyleri yapıyorum. Sadece yapan kişi sayısı az olduğu için çok bir şey yapıyormuşum gibi gözüküyor sanırım…

Bildiğim kadarıyla 2015 Ekim gibi başladınız. Sizi motive eden ve yola çıkmanıza sebep olan neydi?
2015 Eylül’de başladım. Aylan Kurdi’nin fotoğrafını paylaşan arkadaşlarıma, “ben fotoğraf paylaşmaktan başka bir şey yapmak istiyorum” diyebilmeleri için bir liste yaparak başladım. Sonra o liste herkese açıldı, uzadı, büyüdü, o listedekileri kendim ziyaret edip, uygulamaya, hayata geçirmeye çalışmaya başladım. Okuldan arkadaşlarım, çocukluk arkadaşlarım, liste aracılığıyla tanıştığım yeni arkadaşlarımla devam ettim.

Sizi yeni tanıyanlar için yaptıklarınızdan bahseder misiniz?
Sivil bir girişim. Sade vatandaşlardan oluşan bir dayanışma grubu. Siyasetten uzak, birbirine güvenen, hiyerarşik bir yapı içinde olmayan insanlar. İstanbul’da, üç mahallede, 120 aileye aylık erzak desteğinde bulunuyoruz. Beş kadınız. Erzak, işin en çok gözüken kısmı. Bir erzak listemiz var, bebek bezi ve farklı hijyen malzemelerini de elimize geçtikçe paketlere ekliyoruz. Bunları, toptancıdan aldığımız için fiyatları oldukça makul oluyor. Önceleri sanal marketlerden tanıdıklarımızın, dostlarımızın ısmarladığı ve yolladıklarıyla yapıyorduk. Ama sürdürülebilirliğini sağlamakta zorluk çektik.

Bunun için yurtdışında bir fona başvurdunuz, değil mi?
Önce 90, sonra 120 aile için sadece bu amaca yönelik harcanacağını garanti ederek “süreli destek” sistemini kurduk. Yani, belirli bir süre, bizim kıstaslarımıza göre veya bizzat bizim belirlediğimiz ailelere erzak desteği. Genelde, fonlanan projelerde saha görevlisi, matbu giderler gibi kalemler oluyor. Hepimiz işi gücü olan insanlarız. Kendimize herhangi bir maaş, matbu gider, seyahat gideri filan eklememek önemli bir prensibimiz. Bizden onlarca, belki yüzlerce kilometre ötede otursalar da, listemizdeki tüm aileler, bu harika ve aynı zamanda korkunç şehirde, komşumuz.

Listenizde sadece sığınmacı aileler mi var?
Hayır. Türkiyeli aileler de var. Zaten mahalle dernekleriyle çalışmanın en önemli yanlarından biri de o: mahalle dinamiklerini, kimin neye ihtiyacı olduğunu, o mahalledekiler biliyor. Erzak desteği sayesinde hepimizin sorumlu olduğu ailelerin her ay ihtiyaçlarını öğreniyoruz, eksiklerini gidermeye çalışıyoruz, sağlık, eğitim ve yasal desteğe ulaşımları konularında yol gösteriyoruz, yine mahalle dernekleri ve dayanışma ağı paydaşları ile beraber çalışarak. Yeri geliyor bir puset götürüyoruz, yeri geliyor kış kampanyası yapıp soba kuruyoruz. Botlar montlar ve battaniyeler buluyoruz, durmadan yeni işler arıyoruz çalışanlara… Çocukları okula yazdırıyoruz, her ziyaretimizde konuşuyor, dertleşiyoruz, en fazla bir ay sonra yine görüşeceğimizin sözünü veriyoruz.

Yardımları hangi çatı altında gerçekleştiriyorsunuz?
İki mahallede zaten sığınmacı/göçmen krizinden önce kurulmuş ve Mülteciyim Hemşerim Dayanışma Ağı paydaşları olan iki dernek var. Yarımburgaz Mahallesi Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği ve Okmeydanı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği. Çoğunlukla kentsel dönüşüm ve mahalledeki öne çıkan sorunlarla baş edebilmek üzere kurulmuş, tamamen gönüllülük ve dayanışma esasıyla hareket eden, pırıl pırıl insanlar. Balat/Ayvansaray tarafında da grubumuzun bir üyesi bizzat yaşıyor. Gerçekten komşuları sığınmacı aileler. Hepimiz dayanışma ağının parçasıyız. Her mahallede çocukların okula kaydettirilmesinden tutun, sağlık ocağına ulaşmalarında, kırtasiye eksiğinden ev eşyası desteğine kadar ağ paydaşları ve gönüllüler ile devam ediyoruz.

Başka hangi kuruluşlarla ilişkiniz var?
Bahsettiğim erzak desteğini yasal olarak alabilmek için de yol arkadaşımız, Bütün Çocuklar Bizim Derneği. Süreli Destek oluşumundaki beş kadının ikisi, derneğin mülteci komisyonu üyesi. Yine hiyerarşik veya bürokratik bir ilişki içinde olmadığımız, birbirimizden birçok şey öğrendiğimiz çok değerli insanlar.

Aranızdaki ilişkiyi nasıl değerlendirirsiniz?
Hepimizin bazı durumlara bakış açımız farklı olabiliyor, ama beraber çalıştıkça, ürettikçe, dayanışma içinde hareket ettikçe üstesinden şu ana kadar gelemediğimiz bir şey olmadı.

Süreli Destek’in yanı sıra, daha çok Türkiye’de expat olarak yaşayan bir grupla da çalışıyorsunuz.
Evet, Turkey Volunteers. “Okula Dönüş” projelerinde, çalışan çocukları okula yazdırmak ve maddi destekte bulunmak var mesela. O kadar önemli, o kadar gerekli ki… Çünkü “proje” hazırlamak çok kolay. Bu işlere fon bulmak da… Ama “her ay xTL bir aileye nakit para vereceğim ki evdeki tek “ekmek parası” kazanan, tekstilde çalışan 12 yaşındaki çocuk, günde 12 saat ütü yapmasın, okula gitsin” dediğimizde bu nakit programını uygulayabilecek kurum, STK neredeyse yok. Turkey Volunteers bu yüzden çok önemli bir iş yapıyor. Ayrıca, bazı mahallelerde başa çıkamadığımız, devlet veya kendi imkanlarımızla halledemediğimiz sağlık sorunlarıyla ilgili çok çaba gösteriyorlar.

Zorlandığınız noktalar, bürokratik engellere takıldığınız oluyor mu? “Keşke şu aşama daha kolay olsaydı, daha hızlı ve etkin olabilirdik” dediğiniz noktalar var mı?
Olmaz mı… Bir STK çatısı altında olmadan mesela, kış geldi, soba kampanyası yapıyoruz diyemiyoruz, bazı kampanyalar için Bütün Çocuklar Bizim’den destek alsak da (mesela her ay bebek bezi, mont & bot desteği vb) bağış toplayabileceğimiz bir mecra yok. Bazen saatlerce whatsapp üzerinden neyi nasıl yaparızı konuşuyoruz. Kimliği değişmesi gereken, veya yeni kimlik alması gereken biriyle Göç İdaresi’ne gidilmesi gerekiyor, hepimiz hafta içi çalışıyoruz, ve mümkün değil. Veya Kadın Kadına Mülteci Mutfağı’ndan 30 kavanoz reçel, Okmeydanı’ndan alınacak x noktaya götürülecek. Çekçekli bavullara koyup, metrobüsle götürüyoruz oradan oraya. Araç desteğine, lojistik desteğe, özellikle hafta içi bir kaç saati ve aracı olan dostlara çok ihtiyacımız var. Ağırlıktan belimiz büküldü, toplu taşımadan canımız çıktı, İstanbul’daki mesafeleri de göz önüne aldığımızda bazen “yapmayalım şunu, 4 saat yolda geçecek” dediğimiz ve pes ettiğimiz zamanlar oluyor.

Zorlandığınız zamanlar sadece lojistik konularda mı?
Hayır, değil. Özellikle sağlık sorunlarını çözmek bazen imkansız. Çünkü aslında bir kısım sağlık hizmetlerine erişimi olsa da sığınmacıların, bir devlet hastanesinin kapısından girdikten sonra, Türkiyeli biri olsanız da, muayene olup, tahlillerini yaptırmanın, gerekli bölüme sevk edilmenin zorluklarını bir kısmımız zaten biliyoruz. Bir de bunları ya hiç Türkçe bilmeden, ya da çat pat konuşarak, karşındakiler tarafından ayrımcılığa uğrayarak yapmaya çalıştığınızı düşünün.

Öte yandan gönüllü doktorlardan da destek alıyorsunuz.
Evet. Diş, cilt, sürekli takip gerektiren hastalıklar konusunda da özel tıp merkezleri veya gönüllü doktorların desteklerine hiç hayır demeyiz. İş edinme, çalışan çocukların ailelerine destek olup onları okula yazdırma, devamını sağlama gibi konularda hep iki adım ileri, bir adım geri giderek yol alıyoruz. Yavaş. Birer birer adımlar. Ama durmaktan iyidir diyerek yılmıyoruz.

Mülteci olmanın bir seçim olmadığını bilmeyenlere nasıl anlatmak isterdiniz? Mülteci olmak nedir?
Bunu anlatmaktan çok yoruldum. Hatta bazen anlatmak istemiyorum. Bazen anlattığım kişilerde hiçbir etkisi olmayacağını bilerek yılıyorum. Başlamadan vazgeçiyorum.

Bir deneyin?
Şöyle düşünün: Çocuğunuz düşse ve dizi kanasa içiniz acıyor ya… Veya okulda başına bir iş geliyor, ve tüm gün “onu nasıl koruyacağım?” diye eve gelişini bekliyorsunuz ya endişeyle… Veya gece karanlığında ıssız bir sokakta yürürken kalbiniz fazladan bir tık atıyor ya, korkudan veya soğuktan. İşte onu binlerce, onbinlerce defa birbirine ekleyin. Ve etrafınızda sizi öldürmek isteyen hiç bilmediğiniz, görmediğiniz insanlar olduğunu hayal edin. Kim olduğunuzu, neye inandığınızı umursamadan hiç de dahil olmak istemediğiniz bir kavganın, savaşın içinde bulduğunuzu ve her zaman bu bahsettiğim korku endişe ve dehşet içinde yaşadığınızı düşünün.

Kuruyemiş dükkanı olan eşinizin bir gün yaka paça sürüklenerek bir yere götürüldüğünü, kırk üç gün sonra kırılmadık bir tek topuk kemiği ile dükkanın önünce çöp gibi bırakıldığını, kollarınızda öldüğünü, ertesi gece de sizin kapınıza birilerinin dayandığını düşünün.

Genç olduğunuzu, her şeye rağmen liseye devam ettiğinizi, zar zor o seviyeye geldiğinizi, doktor olmak isteyen genç bir kadın olduğunuzu düşünün. Babasının tüm baskısına rağmen, her gün çok uzaktaki bir liseye, o sırtınızı büken, kalın, ağır Arapça biyoloji kitaplarını taşıdığınızı, bir gün okula vardığınızda en sevdiğiniz arkadaşınızın kaçırılıp, tecavüz edilerek öldürüldüğünü öğrendiğinizi, sonra da ağlayarak eve koşarken okulun ön kapısına isabet eden bir bombayla biyoloji öğretmeninizin paramparça olduğunu gördüğünüzü düşünün.

Kalır mısınız o şehirde, o ülkede?

“En azından ölmez çocuklarım” diye umarak, kocanızın kuruyemiş dükkanından kalan tek kesekağıdını altın varaklıymış gibi kitap aralarında saklayarak dilini bilmediğiniz bir ülkeye geldiğinizi, üç beş kuruş paranızın da size Avrupa sözü verip soyup soğana çeviren biri tarafından çalındığını düşünün. Yanınızda iki çocuğunuz, karnınızda babasını hiç göremeyecek bebeğinizle, bir paket bebek bezine, akan bir damla suya, bir tas yemeğe muhtaç halde başka bin türlü travmadan kaçıp gelmiş bir tanıdığınızın yanına sığındığınızı, ama zaten onların da aynı durumda olduğunu düşünün.

Normalde lise üçüncü sınıfta en büyük derdi bir sonraki yazılıya hazırlanmak veya arkadaşlarıyla gezmeye gitmek olması gereken bir çocukken her gün hüngür hüngür ağlayarak, çığlık çığlığa bağırararak kabuslardan uyanan 17 yaşında, okuma imkanı artık mümkün olmayan bir genç kadın olduğunuzu düşünün.

Kimin tarafını tutacağınızı bilmediğiniz, ama her taraftan örselendiğiniz bir yerde, elinizde tek bir çanta ve naylon torbaya sarılmış önemli evraklarınızla size nefretle bakan insanlarla dolu bir ülkeye kaçtığınızı düşünün.

İşte öyle bir şey mülteci olmak.

“Neden ülkelerinde savaşmıyorlar?” diyenlere ne diyorsunuz?
Artık savaşlar bizim okullarda resmi tarih derslerinde okuduğumuz “kadın çocuk el ele” kurtuluş savaşı destanları şeklinde olmuyor. Evinizde uyurken, tepenize bir bomba atıyorlar. İnsansız hava aracıyla takip edip, hedefini bulduğunda tepenize eviniz yıkılıyor. Pazarda domates bakarken “barrel bomb” iniyor üzerinize. Bilinmeyen, tanımadığınız, düşman olduğunu seçemeyeceğiniz insanlar sizi ihbar ediyor, kaçırılıyor, öldürülüyorsunuz. Dedim ya, çocuğunuzun dizi kanasa içiniz ağlıyorken “el insaf edin, biraz kendinizi bu insanların yerine koyun” demekten başka cevabım olmuyor.

Peki ya ülkemizdeki mülteciler ne durumda?
Türkiye’de kayıtlı 2.7 milyondan fazla Suriyeli var. Bir kısım Iraklı, Afgan ve Afrika kıta ülkelerinden de sığınmacı/mülteci de var. Sadece İstanbul’da yaklaşık 500,000 Suriyeli var. Bu arada Suriyeli kimse mülteci statüsünde değil. Geçici koruma altındalar. Kullandığımız dil bile yanlış ya, neyse… Orası daha uzun. Resmi kaynaklar isterseniz Göç İdaresi’nin web sitesinde tüm bu bilgiler var. Neden mülteci değil geçici koruma konusu da var. Ne hakları olup olmadığı da var.

Biraz açabilir misiniz?
“Güvenli bir ülke” statüsünde olan Türkiye’de Suriyeli sığınmacıların, kayıtlı olmaları şartıyla, temel eğitim ve sağlık hakları var. Yani, 99’la başlayan (ilk giriş yaptığınızda 98’le başlayan kimlik numarası alıyorlar) kimliği olan her çocuk, devlet okullarına devam edebiliyor. Herkes birinci kademe ve ikinci kademe olmak üzere belirli sağlık hizmetlerinden yararlanabiliyor: acil durumlar, aşılanma, teşhis ve bir kısım tedavi hakları da var.

Ama büyük çoğunluğu okula gitmiyor?
Hayır. Dil sorunu yüzünden okullarda eğitim, çok zor ilerliyor. Çocuklar çat pat Türkçe bilirken üçüncü sınıfa başlıyor, veya hiç bilmeden birinci sınıfa… Buna MEB bu yıl bazı çözümler getirdi, umutla gözlemliyoruz. Okul bahçesinde “öteki” olduğu için dışlanan çocuklar, zaten kalabalık sınıflarla hayatından bezmiş öğretmenlerin iş yüküne eklenen çocuklar, veliler tarafından kabullenilmeyen diğer veliler gibi çok ortada çok açık ve çok vahim sorunlar var.

Ne gibi?
Yine dil başta olmak üzere, ayrımcılığa maruz kalan ve bu yüzden kapıdan içeri bile giremeyen ve aşı ile olamayan bebekler var. İş bulsa da sigortalı ve kayıtlı çalıştırılmadığı için maaşını alamayan, alsa bile aynı işi yapan Türkiyeli birinin üçte biri ücret alan insanlar var. 8 yaşında günde 12 saat tekstil atölyesinde çalışan çocuklar var. Sokakta dilenirken, mendil satarken gördüğünüz ve çok üzüldüğünüz insanlar, elbette ne İstanbul’daki ne de Türkiye’deki tüm Suriyelileri temsil etmiyor. Demin bahsettiğim 17 yaşındaki kızın babası, inşaat mühendisi. Arabistan’da gökdelenlerde çalışmış. Şimdi tekstilde son ütücü. Başka bir dostumuz, harita mühendisi. Doktor. Ebe. Sosyolog. Kuruyemişci. Çiftçi. Yazlık evlerimiz vardı, arabamız vardı diyen sizin benim gibi insanlar. Üç milyon insanı bir kefeye koymanın ne kadar yanlış olduğunu, yabancı basında “işte barbar Türkler” filan yazan haberlere ne kadar sinirlendiğinizi düşünerek anlayabilirsiniz.

Ülkemizde mültecilerin durumu da oldukça kötü, değil mi?
Yalnız, korkmuş, travmalar geçirmiş ve burada tıkılıp kalmış durumdalar. Ne ülkelerine dönebiliyorlar, ne Avrupa’ya kaçabiliyorlar. Savaş bitse, ertesi gün değil, o an dönerim diyor hepsi. Çünkü burada, bu şehrin zulmünü bizim hissettiğimizin binlerce katını yaşıyorlar.

Ben sizi ellerinizin mülteci bir çocuğa sevgiyle dokunduğu anla hatırlıyorum. Kendimle çok özdeşleştirmiştim o fotoğrafı. Bizler “şehirli” hayatlarımız içinde birçok şeyi okusak ve farkında olsak da, bazen sadece banka hesabımızdan yardım yapmayı, online bir kampanya imzalamayı tercih ediyoruz. Bu da az şey değil elbette ama birebir koşturmanın, çabalamanın, bunları insana dokunarak yapmanın farkı nedir?
Ama dil bilmenize çok da gerek olmayan tek yer, çocuklar. İki kere el ele zıplayıp, omzundan tutup sırtını sıvazladığınızda, bir topun peşinden koşturduğunuzda, o dokunma hali, en normal, en kabullenici, en destekleyici haliniz. Zoraki yapınca sakil duruyor, çocuklar da zaten kimin sahtekar kimin gerçek olduğunu yetişkinlerden daha iyi anlıyor. Kimseyi yargılamıyorum, çok kötü bir his o. “Ben çok etkilenir ve üzülürüm” diyenler oluyor. Ben de çok etkileniyor ve üzülüyorum. “Uzak ve gidemem” diyenler oluyor, ben de inanın haftasonu saatlerce araba kullanmak istemiyorum trafikte. “Sürdürülebilir değil” diyenler oluyor ve çok haklılar, iğneyle kuyu kazıyoruz. Bu dostlarımızın bilgisayar başından bağış yapmaları, benim gitmeme imkan veriyor. Ama anlık vicdani rahatlamaktan ziyade, gerçekten işe yaramak, gerçekten bir saat uzağınızdaki birileriyle kol kola bir işe yaramak, çok farklı.

İyi ruhlu insanların başkalarına yardım ederek iyileşmeyi seçtiği söylenir. Bu çalışmalar sizde neler değiştirdi ve iyileştirdi?
İyi ruhlu değilim. Herkesin iyi ve kötü yanları vardır, benim de var, hatta bence cadalozun tekiyim! Ve bu iki yanı da tamamen kucaklamayı kabullenince zaten odaklandığınız nokta, kendinizi iyileştirmek gibi belki de bencilce bir durumdan öte, “yapmasam olmaz çünkü doğrusu bu” durumuna geçiyor. Bir yandan, hasta kedileri sokaktan toplayan, ters yönde gidenlere yol vermeyen, kaldırıma park edenlerin sileceklerini kaldıran ve genel olarak “ama yanlışsa ben görmezden gelemem” hissiyatında olduğum için, bu bir “iyilik” gibi görünüyor. Halbuki olması gereken o.

İlk başladığımızda çok sevdiğim ve şimdi onsuz olmayacağımı bildiğim bir arkadaşımla her eve dönüşümüzde dizlerimizin üzerine yığılıp nasıl ağladığımızı anlatmıştık birbirimize. Sonrasında daha organize olup, daha işe yarar şeylere yöneldikçe, o korkunç çaresizlik hissi azaldı. Yani kendimi iyileştirmedim, yaptığım şeyleri daha iyi yapmaya çalışmaya başladım. Bu sayede de eve gidip (veya metroda, yolda, arabada) ağlama seansları bayağı azaldı.

Bütün gördüklerinizin üzerine kendinizi nasıl koruyorsunuz?
Geçen Ocak ayındaydı sanırım, en azından insanların isimlerini öğrenmemeye, hikayelerini bilmemeye çalışarak bir süre geçirmeye çalıştım. Nedeni de, bir hafta önce battaniye, mont, bir kısım yiyecek desteğinde bulunduğumuz ve sokakta yaşayan Afgan bir ailenin, bizden iki gün sonra Ayvacık taraflarında botla kaçmaya çalışırken boğularak ölmesiydi. İsmini bildiğiniz, telefonunuzda size şarkı söylerken kaydı olan, pırıl pırıl çocuklardan arda kalan o kayıtları silsen olmaz silmesen olmaz… O zaman işte “ben sadece destek olurum” demeye çalıştım. Olmuyor ama öyle. O hayırseverlik. Kötü de bir şey değil, sadece bana göre değil. Zaten kendini korumak da imkansız. Ben belki biraz daha ruhsuzum, bilmiyorum. Gözüm dolduğunda sığınacak, sırtımı yaslayacak insanlar var etrafımda, o çok farkettiriyor.

Olumsuz tepkiler aldığınız oldu mu?
Tepkiler tabii oldu. Tehditler, çok yakın arkadaşlarımın uzaklaşması, beni “bu işe dalıp onları ihmal etmekle” suçlayanlar… Sırtımı dayayabileceklerimin ayıklanması belki de iyi oldu. Gereksiz egolarla uğraşıp, ailemin bile demekten sakınacağı, aklına bile getirmeyeceği şeyleri yüzüme veya arkamdan söyleyenler de oldu, oluyor da. Umursayamıyorum çünkü ne halim var, ne de vaktim. “Taktı bu Suriyelilere” gibi sığ saçmalıklardan tutun, “prim yapmaya çalışıyor” diyenlere, “niye Türklere yardım etmiyorsun”culardan (ki aile listelerimizde Türkiyeliler de var) “şöyle keyifli bir hayır işi yapsan da biz de kokteyl davet filan katılsak” diyenlere kadar. Onları da anlıyorum. Umarım bir gün gelir de benzer bir şeyler yaşamazlar diyorum sadece.

“Ben yarın multeci cocuklara okuma yazma, sanat atolyeleri yapan bir yere gidiyorum, sadece temizlik yapmaya.” yazdığınız bir paylaşımınızı görmüştüm…
Evet, elinizde torba torba erzak götürmekle olmuyor bu iş. Derneğin temizlenmeye, o gönderilen ve bazıları korkunç pis kıyafetlerin ayıklanmaya, asılmaya, camların silinmeye ihtiyacı var. Çünkü oraya her haftasonu en az 50 çocuk geliyor. Yerlerin temiz, kıyafetlerin kullanılabilir ve seçilebilir olması gerekiyor. Ve bunu yapan insan sayısı, mesela o gün, 4. Halbuki 15 kişi olsak, bir saatte yapabiliriz. Ama işte “4.”

Bütün bunlara nasıl yetişiyorsunuz ve nasıl zaman ayırıyorsunuz?
Yetişmekte zorlanıyorum. Ama bir Pazar sabahı erkenden yola çıkıp, çok sevdiğim ve başım belaya girse ilk arayacağım insanların bulunduğu bir yere gitmeyi de seviyorum doğrusu. Sabah erken gittiysek, köşedeki büfeden tost yiyoruz, ve inanın, o bol tereyağlı yarım ekmeğe tost ve müthiş güzel demli o çay, en şık kahvaltıdan daha lezzetli geliyor. Veya sabah 5:50’de kalktığınız ve 17’ye kadar çalıştığınız bir gün, taa Kurtköy’den Okmeydanı’na iki buçuk saatte varıp, sizi Kadın Kadına Mülteci Mutfağı’nın duayenlerinin hazırladığı kurabiyeler karşılıyor, ve elbette OkDer’in muhteşem çayı, oh diyorsunuz, yolda da iyi müzik dinledim.

İletişimi nasıl sürdürüyorsunuz?
Her akşam eve geldiğimde mutlaka bir süre birikmiş mesajları okuyorum. Gün içinde sessize alıyorum grupları, arada baktığım oluyor ama en çok akşamları, gece geç saatte bakabiliyorum.

Mesela geçen hafta, bu işlerle ilgili 11 whatsapp grubu, iki Google Groups e-posta listesi ve Facebook’taki sayısını hiç tahmin bile edemeyeceğim gruplar ve hesabıma gelen mesajlarla ilgilenme sürem otuzdokuzbilyor saat filan. Kesinlikle hesaplayamadım, mümkün değil. Bir yanda soba kampanyası için toplu fiyat alırken, diğer yanda mahallelerde kömür fiyatları araştırılıyor. Aynı anda prematüre doğum yapmış ama kimliksiz bir kadını nereye gönderebiliriz konusunda kafa patlatıyoruz. Öbür tarafta mont ve botlar için ayakkabı numarası ve beden listesi hazırlamak gerekiyor (ki bunu ben bizzat yapmıyorum, mahalleden arkadaşlarımız yapıyor). Başka tarafta birileri bir şeyleri bir yerlere göndermek istiyor ve o bir şeyleri o bir yerden aldırmak gerekiyor, çünkü hayır diyemiyorsun, çünkü BUZDOLABI! Hayır denilir mi? (Gerçi artık “hayır” dediğim zamanlar da oluyor bazen, mesela yetişkin kıyafetlerini pek almıyorum. Sadece kışlık çocuk kıyafetleri mont bot). Durmadan bir şeyleri organize ediyor halinde olmak, fiziksel olarak yormasa da “bir saat boş duvara bakmak istiyorum” hissine kapılacak kadar etkiliyor. Bunu yapan mesela 100 kişi olsa, ben de arada boş duvara bakabilirim diye düşünüyorum…

Hangi vaktinizden feragat ederek yapabiliyorsunuz bunları?
Aile zamanımdan feragat etmiyorum. Çocuklarım zaten ailecek takılmayı pek de istemeyecek yaşa geldikleri ve kendi hayatları da çok yoğun oldukları için onlarla geçirdiğim zamanından çalmıyorum. Ama zaten hiç tepelerinde duran, her anı beraber geçiren ebeveynler olmadık, eşim de ben de. İkimizin de hep kendine ayrılmış zamanları oldu, beraber geçirdiğimiz zamanlara da çok değer verdik. Küçük çocukları olanlar için uzak mahallelere gitmek zor olabilir, biliyorum. Ama çocukları yuvaya veya okula giderken, a bölgesinden b bölgesine 30 reçel götürebilir arabası olan herkes. Veya, hasta bir komşumuza devlet hastanesine giderken refakat edebilir. Veya, öğretmen olmasa da, “Ali ile Leyla el ele” yazmalarına yardım edebilir, haftada bir gün, bir saat. Demin de dediğim gibi, daha çok kişi olsak, ayda bir gün bir haftasonu iki saat destek olabilecekken, sayımız çok az olduğundan her haftasonu 7’şer saate çıkınca zorlanmak normal. Onda da dayanışma ağının verdiği güvenle hareket ediyorum işte, ben gidemesem de birisi orada olacak, eminim. Bu arada büyük oğlum her ziyarette bana eşlik ediyor, taşıyor, topluyor, not tutuyor, bana güven veriyor, Lise 3. sınıfta. Yakında tercümanlığı da o yapacak hatta diye tahmin ediyorum. Küçük oğlum 8. sınıfta, ev tarafında birçok şeyin organize olmasına yardım ediyor, bir yandan da beni hiç darlamadığı ve gerçekten kendi ayaklarının üzerinde durduğu için o haliyle içimi çok rahatlatıyor. Bir de çok güzel yemek yapıyor!

Mültecilerin yaşadığı en ciddi sorunlar neler?
Bilgiye erişim, sağlık hizmetlerinde “ellerinden tutan” birinin refakati veya yol göstermesi, eğitime erişim ve devamının sağlanması, iş bulma ve hakkettikleri ücretleri alabilme…. Çocuk işçiliği, işsizlik yüzünden bir işe yarayamama, ailesini geçindirememenin verdiği fiziksel ve psikolojik baskı… Bilgiye erişim o kadar zor ki. Kimlik çıkarmak için aylarca bekleyen ve neden bekletildiğini bilmeyen insanlar. Kimlikleri olmadığı için sağlık hizmetlerinden yararlanamayan insanlar… Hepsi birbirine bağlı aslında. Bu konuda Mülteciyim Hemşerim (MH) Dayanışma Ağı çok değerli çalışmalar yapıyor. Bütün yaz, çocukların okula kayıt prosedürlerini araştırdılar. İlçe Milli Eğitim’lerden tutun, okul müdürlerine, özel kalemlere, her yere gittiler. Ailelerle konuştular. Kimliklerin 98’den 99’a çevrilmesinin gerektiğini, sonra ikamet gerektiğini (sonradan bunu da istememeye başladılar gerçi), bazı okullarda kırtasiye ve forma desteği olabildiğini, hangi yaşın hangi sınıfa ne şartlarda kaydedildiğini öğrenebildiğimiz ortak bir nokta yok ki… MH ne yaptı, yazın 45 derece sıcakta toplantı, ziyaret, kayıt… Sonra topladıkları bilgileri Türkçe, Arapça, Kürtçe ve İngilizce’ye yine gönüllüler çevirdi. Yine de mesela ortaokul yaşındaki bir çocuğun aslında kaydolma hakkı varken, daha okuma yazma bilmediği için nereden başlayacağımıza şaşırdığımız durumlar çok oluyor.

 

Şimdi böylece okuduk ve şu ana dek bilmiyorduysak dahi öğrenmiş olduk, haliyle sorumluyuz. Elif’in çok sevdiğim bir hashtag’i vardır, her ne kadar çocukların aile içinde sorumluluk almasına atıfta bulunarak kullansa da burada çok geçerli olduğunu düşünüyorum: Yardım değil iş bölümü… Bize ne düşüyor? Okuyup üzülmek ve unutmaktan fazlasını yapabilmek istiyorum, ne işinize yarayabilirim? Neye ihtiyaç var, ne yapmamız gerekir? Ben sizi Facebook’ta beğenmekten fazlasına dahil olabilmek istiyorum örneğin, nereden başlamalıyım?
Dayanışma ağlarına katılın. Mahalle derneklerine el atın.

Bir hafta içinde x bölgedeki bir aileye soba gerekiyor, yardım eder misiniz? Y mahallesinde bir çocuk aşı olacak, aracımız yok, gelir misiniz? Dayanışma konseri yapacağız, bilet satar mısınız? Depo tutmamız lazım, bildiğiniz yer var mı? Haftasonu sanat atölyeleri için karton lazım, var mıdır fazladan? Peki parmak boyası? Yeni doğmuş bebekler var, pusetinizi kullanmıyorsanız onlar kullanır. Yemek pişirmeyi biliyorsanız Kadın Kadın Mülteci Mutfağı’nın 15 girişimci kadınına xyz mutfağı dersi vermek ister misiniz? Veya kanaviçe bliliyorsanız, materyallerini de getirip, öğretir misiniz? Veya kendi ürettikleri reçelleri, kanaviçeleri, çantaları satmak için online bir platformunuz varsa muhasebe vergi vb işleri de üstlenerek onların kendi üretimlerini satmalarına yardımcı olur musunuz? Tasarımcıysanız, poster lazım. Etiket lazım. O kadar çok şey var ki yapacak. Hiçbir şey bilmeseniz bile, ki benimle konuştuktan sonra eminim “ooo evet ya ben yaparım bunu!” diyebileceğiniz bin şey çıkacak, haftasonu iki saat bir atölyenin ardından çocuklarla yakar top oynayabilirsiniz. Somut. İşe yarayan.

Sizden belki de yüz kilometre uzakta otursalar da aynı şehrin zulmünü çeken komşularınızı yalnız bırakmayın, Türkiyeli Suriyeli fark etmez.

Ne yapmayalım peki?
Yaz sonu dolabınızı temizleyip yazlık eşyalarınızı birilerine vermek üzere bize yollamayın. Hem depomuz yok, hem de ayıp. Yazlık sandaletlerinizi ne olur bir torbaya koyun, bir dolabın içinde bekletin, yaza doğru getirin. Yollayın demiyorum. Getirin. İnanın nakliyeden, oradan oraya eşya taşımaktan, torba torba ayıklamaktan çok yorulduk. Kıyafet bağışlayarak destek olmak gerçekten iyi bir şey, ve özellikle Mart 2016 AB/Türkiye anlaşması öncesi, çoğu aile “geçici” şartlarda yaşarken veya yeni gelmişken çok işe yarıyordu. Hala da yarıyor! Ama geçenlerde ilk karını gördü ya İstanbul, dün gelen kutuların bir kısmından tiril tiril elbiseler, sandaletler çıktığını gören Suriyeliler ne düşündü sizce? Çocuğunu sıcak tutacak bir mont ararken, çocuk şortları çıkınca ne hissetti sizce? Depomuz olsa mesela, koyalım, yaza kadar dursun. Ama yok ki! Gelen her şeyi çoğunlukla aynı gün iletmek zorundayız. Çünkü o kutuların, torbaların kapladığı yerlerde masalar, sandalyeler, okuma yazma öğrenen çocuklar, yaratıcı drama çalışan gençler olmalı.

Çalışmalarınızdan nasıl haberdar olabiliriz?

Facebook’ta çoğunlukla kedi fotoğrafı paylaşan biriyken birden bir organizasyon durumuna girmiş bulundum, ama Süreli Destek/Periodic Support sayfasını beğenip, yaptıklarımızı takip edebilirsiniz. Ayrıca;

Mülteciyim Hemşerim (mahalle derneklerinin de paydaşları olduğu dayanışma ağı)

Kadın Kadına Mülteci Mutfağı (Savaşa, sürgüne, sınırlara karşı kadın dayanışmasının, bir aradalığın ve umudun reçelleri bu mutfakta üretilmektedir) 

Turkey Volunteers (özellikle çalışan çocukları okula döndürebilmek için yine beraber çalıştığım bir oluşum, bağış yapabilirsiniz)

Bütün Çocuklar Bizim (bağış yapabilirsiniz, açıklamaya “mülteciler için” diye yazmayı unutmayın.)

Okmeydanı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği (her haftasonu sanat atölyeleri, Türkçe kursu, her türlü destek ve dayanışmaya açık ve iyi yürekli insanların buluştuğu yer. Bu ay soba kampanyamız var mesela, gönüllü olabilir, bağış yapabilirsiniz.)

Yarımburgaz Mahallesi Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği & Altınşehir Çocuk Atölyesi (yine ağ paydaşı dostlarımız, komşularımız için her haftasonu atölyeler, okuma yazma kursları, farklı etkinlikler düzenliyor).

Çok teşekkür ederim, ince ince anlattığınız ve yapabileceklerimizden de bahsederek umut verip yol gösterdiğiniz için…

 

Bu röportaj ilk olarak BlogcuAnne.com‘da yayınlanmıştır.

Yorum yapılmamış

Bu yazı da ilginizi çekebilir